5 Temmuz 2020 Pazar

je suis là


yaşam bir rüzgâr gibi çevreliyor etrafımı ve güne çatlaklardan sızan ışıkla başlıyorum. aslında gün doğmuyor da ışık bulaşıyor üzerime. kollarımı var gücümle açıp etrafta ne varsa kucaklayıp bir öpücük konduruyorum alınlarına. “kimse yoksa ben varım, ben hep varım.” diyorum onlara. ben hep varım ve yok da olamıyorum. 


günler sarmal bir yay gibi ve bunu unutmuyorum hiç. ne birbirlerinden ayrılabiliyorlar ne de ayırt edilebiliyorlar artık. devam ediyor gibi değil de bu can sıkıcı aynılığa katlanmayı öğrenmiş gibiyim. her gün aynı, bazen ayrı bir düşü vuruyorum. ama bir düşü yaşatıyorum içimde, suluyorum bazen ve kesiyorum çürümüş yapraklarını. yaşayacak, biliyorum. benden çok yaşayacak, hep yaşayacak, hiç son bulmayacak. çünkü yolunu kaybediyor hep. tıpkı her şeyin başlangıcını tetikleyen o kayıp gibi. doğrudur, biz yön duygumuzu yitirdikten sonra başladı her şey ve şimdi yıkıntıların üzerinde duruyoruz dünyaya karşı. el etsek alaşağı edeceğiz yerküreyi. fakat biz hiç el etmiyoruz. 


dizlerimde bir yılgınlık fakat neye karşı? pek koştuğum söylenemez, yürüyüşlerim bile seyrekleşti. yine de bir yol buluyorum ya da bir yol açıyorum çünkü işler yolunda gitmiyor. bir ağaç yaratıyorum gözlerimle; onun altına sığınıyorum, gölgesine övgüdür bu. ne yürüyorum ne koşuyorum ne de bir yere kaçıyorum. o ağacın altında kökleniyorum ben de. gelecek bir günü bekliyorum, ne getireceğinden habersiz. o güne kadar bu toprağı terk etmiyorum, yağmurlardan uzak durmuyorum. gölgesini serin tutan bu ağacı izliyorum. yeşeriyorum ve soluyorum. dallarında uyuyup uyanıyorum. böyle gelmiştim dünyaya ve belki de şimdi böyle gidiyorum.


ne çok şeye dönüşüyorum, ne çok şeye benziyorum aslında. yüzüme dokunduğumda hissettiğim tek şey ben değilim. kendini doğuran bir şey var içeride; tanıdık ve yabancı. uykularımdan uyandırıyor, gözümü kapatıyor. etrafa dağılmış, parçalanmış, aşınmış olan uykuyu teker teker toplayıp bir sabahın karşısında birleştirmeye çalışıyorum. farkına varıyorum: burası değil benim yerim, neden değil? tek bir taşı dahi tanımıyorum burada ama her şeyi ben koymuştum yerine. hepsi benimdi, bendendi. bir şey arar gibi dönüp dolaşıyorum ama geldiğim yer işte tam da burası! burası neresi? 


yağmur dilediğim o sabahı hatırlarsınız belki, pencerenin önüne çöküp nasıl da ağlamıştım mutluluktan. işte o sabah bana ait olan her şeyde hissediyordum bu dünyanın ağırlığını, uçmayayım diye ayağıma giydiğim demir ayakkabıların beni nasıl dibe çektiğini. ışık yok, ağaçlar yok, gök yok, yıldız yok. benden ve benden olan hiçbir şeyden geriye toz bile kalmamış. önü de arkası da sonsuza dek kilitlenmiş iki kapının arasında gidip gelen küçük kızın öyküsü. ne ismi var ne de bir hikâyesi aslında. öylece, öylesine, öyle olduğu için.

yaşamı ölümden ayıran bir pencereyle bakışıyoruz; ondan bir adım sonrası bitiriyor her şeyi, bir adım öncesi dengede tutuyor. ben pencereyi açıp ellerimi çıkarıyorum dışarıyı ve dünyayı kavrıyorum bu ellerle. siz de bilirsiniz: pencereyi açıp nefes almak kadar basit her şey ve tıpkı pencereyi açıp nefes almak kadar zor. görmeyi reddeden herkes için: je suis là!