10 Aralık 2016 Cumartesi

                                           uzak

        Bu durumlar için ne denir, bilemiyorum. Sanırım hiç bilemeyeceğim de. Kendimle başbaşa kaldığımı hissediyorum. Kendi içimde binlerce parçaya bölündüğümü hissediyorum. Yeni bir tecrübeden daha çok, gereklilik arz eden bir şey sadece. Bilmiyorum.
       Geçmiş, anılar, özlem. Bunlar çok kıymetli şeyler. Bazen kendine getiriyor seni, bazen de iyileştiriyorlar. Ne garip, sanki yarayı onlar açmamışlar gibi.
        Kimseye merhem olamadığını fark ettiğin o dakika; çok boş, çok değersiz geliyor insan kendine. Biliyorum, ama dur da düşün. Sen kendine bile merhem olamamışken, başkasının yarasını kapatmak sıra dışı hayat hikâyende nereye koyacak seni? Kim olmak istiyorsun?
        Güzel başlayıp sonunu getiremediğin tüm bu cümlelerle sen olduğu hissediyorsun. Kafanda kurgulayıp oyuna dökemediğin birkaç sahne ve sonra, sonrası yok. Sonramız yok. Yaşadığımız o küçücük anın içinde dolanıp durmaktan başka bir sonra yok. Bir adım daha atacak mısın?
        Yüzüne teker teker kapanan tüm kapıların hangi ağaçtan yapıldığını öğrendikten sonra, hayatın boyunca kendi dört duvarının ötesine gidemeyeceğini görüyorsun. Acı, hüzün verici değil aslında. Öğreniyorsun. Bir anlığına kendini hiçbir zaman var olmayacak o hatıralarda hissediyorsun. Belki kıyısında denizin, belki de bir dağın yamacında. Sen neredesin?
       ''Gülüne baktıkça çırpınan yüreğinden başka neyin var elinde?'' diye sorsam, ağlayacak gibisin. Ellerin bomboş. Çatlamış üstelik. O mesafe öldürmez deseler aşabilir misin bu engelleri? Kaç kar tanesine dokunabildin ki şu zamana kadar?
        Uzun süredir güzel bir şarkı dinlemiyor olmanın yük geldiği bu mevsimde neden diretiyorsun acıda? Niçin kabullenmiyorsun hiçliğini? Vazgeçsen, olmaz. Çünkü aynadaki de sen değilsin. Biliyorsun tüm bu arayış boşa. Zira çaba, hüznün meyvesi olmaktan başka bir işe yaramıyor. Çabalamaya devam edecek misin?
        Yalnız olduğunu hissettiğinde tek yapabildiğin kendini uyutmaktan başka bir şey olmadı hiç. Ayağına doladığın bu koca zinciri de fark etmek işine gelmedi. Bu gerçekle yaşayabilecek misin?
        Eskimiş bir mutsuzluğun önsözü olan dolunaylarda gözünün yaşını silerken kimse görmedi seni. Küçüksün, bildiğin her anlamda. Büyümeye korkuyorsun. Biliyorsun, geriye dönemeyeceksin. Büyümekten korkuyorsun. Biliyorsun, kendini kaybedeceksin. Yüzüme bu türlü bakman mânâsız. Çünkü sorun şu anda değil. Sorun küskün oluşunda. Büyüyecek misin?
        Karışıyor yavaş yavaş sular ateşe ve durup izlemekten başka yapacak bir işin yok. Her şey geçiyor. Gemiler, insanlar, zor günler. Bir şey var, konuşamıyorsun. Korkuyor musun?
        Neyin sonunu gördün ki bu kadar dipte hissediyorsun, diyemiyor insan kendine. İçinde tutamadığın bir derdin ve dilin varmıyor, basitliğine üzülüyorsun. Değilsin, karmakarışık olmuşsun. İçindeki sular göklere dökülüyor. Şimdi elini uzatacağın bir bulut yok. Her şey gitti, her şey bitti. Tek başınasın. Karşında yalnızca sen varsın. Şimdi konuşabilirsin. Hepsi gitti.
        Zamanın yok, gidecek başka bir yolun da yok artık. Sanırım artık sona geliyoruz. Tüm bu zorlukların ardında, artık sadece kendini duyabildiğin bir yer burası. Gittikçe kararıyor her yer. Sesin duvarlardan yankılanıyor ve artık buraya çok uzak. Burası ayrıldığımız yer. Artık hepimiz tekiz.
        Çocuk büyüdü, rüya bitti.


     

9 Mayıs 2016 Pazartesi

                         bir gece vakti ya da gitmeden önce

şimdi neye göz yumuyorsun
döndüğün son kavşağa mı
ya da unuttuğun kışlara mı

şimdi neye yüzünü dönüyorsun
tükettiğin sabahlara mı
ya da yazamadığın satırlara mı

şimdi nereye doğru koşuyorsun
sarıya boyadığın göklere mi
yoksa elinden tutan güneşlere mi

şimdi neyi bekliyorsun
kaçırdığın otobüsleri mi
ya da korktuğun bisikletleri mi

şimdi neden ağlıyorsun
elinde can veren balığa mı
yoksa içinde büyüttüğün çocuğa mı

şimdi neye üzülüyorsun
kuruyup giden ellerine mi
ya da silemediğin gözlerine mi

şimdi neden kaçıyorsun
hiç dinlemediğin bir şarkıdan
yoksa önsözü olmayan bir kitaptan mı

şimdi kime sesleniyorsun
apartmanın en üst katına mı
ya da öbür taraftaki camlara mı

şimdi nereye bakıyorsun
batmayan günün kızıllığına mı
yoksa görülmemiş bir yıldıza mı

şimdi nereyi hayal ediyorsun
birbiri ardınca eriyen yokuşları mı
ya da hiç oturmadığın bir bankı mı

şimdi nelerden uyanıyorsun
gözünü kapattığın acılarından mı
yoksa gördüğün rüyalardan mı

tüm bunlardan sonra
karaburun'a da gider miyiz?


6 Mayıs 2016 Cuma

                                       konuşma

        Merhaba! Öylesine içimi dökmek istediğim bir yazı olacak bu yalnızca. Sanırım birikmiş yine. Zaten birikmeseydi buraya yazmazdım. Uzun zamandır da birikenlerimi yazmak için kullanıyorum burayı, bunun için özür dilerim evvelâ.
        Mayıs geldi, nisan bitti. Yaz kapıda. Nötr hissediyorum. İçimi kıpır kıpır eden tek şey yazın geliyor olması. Ablamın dönüşünü de simgeliyor bir bakıma çünkü yaz. Onun dışındaysa hayatıma dair pek de bir şey söyleyemem. Kendime vakit ayırdığımı sandığım vakitlerde düşüncelerinden kurtulamadığım korkularım var. Kafamı meşgul eden ve muhtemelen asla soramayacağım sorular. Neden derseniz, ya da en azından ben kendime bu soruyu yönelttiğimde ise yanıt şu oluyor: Muazzam olmasa da yolunda giden bir şeyler var ve bunları yoluna koymak çok da kolay olmadı. Sorgulamak için vaktim yok, sorgulamaya gücüm de yok. Geçmişe özlemimin en büyük sebebi de bu aslında. Birkaç sene öncesine kadar sonucu ne olursa olsun bir şeyleri sormaktan ve onlara yanıt aramaktan korkmuyordum. Ama sanırım bir süre sonra, huzursuz olmamak adına gözlerimizi kapamalıyız. En azından ben. Gerçekler her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor. İnanabileceğimiz bir yalan olmadan nasıl ayakta kalabiliriz ki hem? Şimdi neye yanıt alsam, artçı depremler getiriyor ardından. Bununla baş edecek kadar kuvvetli değilim.
        Her şey güzelken -en azından ben öyle düşünürken gelen o boşluk hissi ve belki de birkaç ay sonra hiçbir şeyin şu an olduğu gibi olmayacağı fikri beni yiyip bitiriyor çok zamandır. Elbette hayat değişir, insanlar da. Hatta yerlerinde sayıyor olmaları ayrı bir dezavantaj. Fakat ya ömrümüz boyunca oraya kilitlenip kalmak istediğimiz güzel anlar? Bir süre sonra onların canımızı yakabileceği veya bir mânâ taşımayabileceği hissi öylesine fena ki. Hayatımızın belli bir döneminde hiç bitmesini istemediğimiz anların, güzelliğiyle göz yaşartan hatıraların gün gelip de bizim için bir şey ifade etmeyecek olması nasıl da acı verici.
        Geçen mayıs başımı çok net anımsıyorum. Koskocaman bir yıkıntı içindeydim sanki. Kaybetmiş gibiydim adeta. Peki ya şimdi? Bazen mutluluktan ölmek istediğim anlar yaşıyorum. Bir yılda, yalnızca bir yılda ne değişmiş olabilir ki? Bir yılda her şey nasıl bu kadar da hızlı değişmiş ve tam tersine dönmüş olabilir ki? Bu sorulara verilebilecek alternatif hiçbir yanıt, beni mutlu etmiyor. Aksine, üzülüyorum ve acıyorum kendime. Her şeyi çok hızlı tüketmişim. Acımı bile. Böyle anlarda, affedemiyorum kendimi. Lâkin şu an olduğum nokta öylesine güzel ki. Bilemiyorum, bin türlü bilinmezlik içinde ne yapabilirim sorusuna yanıt veremiyorum.
       Kendimle vakit geçirmeyi seven biriydim ve yalnız kalmanın benim için çok da problem olmadığı bir çocukluk yaşadım. Şimdiyse kendime katlanamıyorum.
       Bu durumdan beni kurtaracak birini aramıyorum. Ki buna ihtiyacım da yok zaten. Tüm bunları düşünebiliyor ve fark edebiliyorken, kendi kendimi çekip kurtarabilirim. Zira kendimi en iyi ben tanıyorum. Ne düşünüyorum ne hissediyorum, bunları ben biliyorum. Sanırım tek ihtiyacım, kendime ulaşmak. Onu da yapabilmeye başladım son zamanlarda. Her şeyin güzel olacağı yalanı, bir süre daha hayatımda olacak. Ama kendi kendimi büyütmeyi öğrenene kadar. Ya da kendime katlanabileceğim zamana dek.
        Tüm bunlara rağmen hayat güzel, Radiohead albüm çıkarıyor. Red Hot Chili Peppers yeni şarkılarını yayınladı. Yalnızca bütün özlediklerim, benden ayrı yaşıyor.

4 Nisan 2016 Pazartesi

                                       yerküre

        Merhaba! İçimde, sıcaklara göç eden kuşların kanat çarpışlarının telaşesi var. Çokça da sevinci sanırım. Her şey yolunda diyemem. Ama her şey kötü demek, güzel şeylere haksızlık olur. Zira artık güneş, erken batmıyor. Çok seviyorum ve sanırım seviliyorum da. Zor olmuş olsa da, öğreniyorum. Yara bandı kullanmayı ve sevmeyi. Öyleyse, şimdilik kötü şeyler tolere edilemeyecek boyutta değiller.
        Kendimi bildim bileli yazı severim. Yaz saati uygulaması, geç kararan hava, şehrin sesini taşıyan sıcacık rüzgârlar... Mutlu ediyor bunlar beni. Kışsa, elimi uzatsam kaçıp gidecek kadar küskün hep. Ayaklarımı yeryüzüne bağlıyor sanki. Kapana kısılmış hissediyorum. Kapana sıkıştığınız düşünceler kol geziyor rüyalarımda. Kışı sevebilecek kadar büyük değilim henüz. Birkaç sene daha yazlık heveslerle yoluma devam edecek gibi görünüyorum şimdilik. Kışın tadını almaya başlayana kadar, yazlar güzeldir. Memnunum zaten bu hâlimden. Böylesi güzel. Güneşin tepeler ardından ışımasını seviyorum. Geç kararan gökyüzünün altındaki binaların, sokaklara geç vakitte düşen gölgelerini. Yaz akşamlarında benden büyük olan gölgemi takip etmeyi seviyorum. Ayaklarım ona değerse eğer, yanıp oyunu kaybedeceğim düşüncesini. Motorla karşıya geçerken, köpüren masmavi denizin arkasında bıraktığı baloncukları seyretmeyi özlüyorum kışın. Karadan uzaklaşıyor olmayı. Yaz, güzel şey.
        Her sene daha güzel şeyler yapacağımız yazlar planlayıp hiçbirini yapamıyoruz genelde. Bunların vicdan azabını çektiniz mi peki? Bence dünyanın en tatlı vicdan azabı. Kaybınız yalnızca bunları ertelemekken, kimse sizi yatıp öylece uzanmanızdan dolayı yargılamıyor. Yargılasalar dahi, bu çok da umrunuzda olmuyor esasında. Oysa kış vakitleri öyle mi? Boşa geçirmiş olduğum her saniye bile huzursuz ediyor beni. Yazlar, zamanın önemini unutturuyor bana. Zamanı umursamaya gerek kalmıyor çünkü. Güneş yerinde ve her şey yolunda oluyor. Kanepede uyurken, üstünüze örtülmüş bir pike gibi. İnsan yüreğini ve acılarını güzelce sarıp sarmalıyor. Şefkatli mevsim zira, kıymet biliyor. Dinlediğiniz en hüzünlü şarkı bile rüzgâra karışıp uzak yerlere gidiyor, bu da iyi hissettiriyor. Size de böyle oluyor mu sahi? Çünkü esen rüzgâra ya da dünyanın tınısına indirgenmiş bir mutlulukla büyüdüm ben. Ve hayat öylesine güzel geldi bana hep. Şimdi, yalnız olmadığımı varsaymak istiyorum. Bu harikulade hissiyat içinde, biraz olsun yalnız olmadığını bilmek istiyor insan. Yürürken yolun sol tarafında biri olmadı mı, biraz fena.
        Yeşili seviyorum, botlarımın artık ağırlık yapmıyor oluşunu seviyorum. Duvarları kaplamış dalları seviyorum. Ayağıma yapışan karpuz kabuklarını, çilek batırdığım şeker tabağının hafif nemli kısmını elimle sıyırmayı seviyorum. Hepsi öylesine güzel hisler ki, mânâsızca bir huzur veriyorlar. Ya da şöyle ifade edeyim, benim için huzur dolu şeyler bunlar. Size neden mi anlatıyorum? Çünkü güzel şeyler içimde kalırsa eğer, akan bir gözyaşımda kaybederim. Sendelediğim bir adımda düşürürüm. Sinirlendiğim bir anda darılırım. Sıktığım vakit bunaltırım. Ki anılarım, değerlerim, benim için böylesine önemliyken, onları bu tehlikeli durumda tek başlarına bırakacak kadar kalpsiz de değilim. İstiyorum ki birileri bilsin ve unutmasın. Bir gün benim varlığımın hiçbir önemi kalmadığı vakit, varlığımı önemli hâle getiren tüm bunlar, dolaşıp dursun yeryüzünde. Hatta belki gökyüzünde. Ama unutulmak istemiyorum. Adımı unutun, görünüşümü de. Sevdiğim şeyleri unutmayın ama. Yazın gelmesi sizler için ayrı bir anlam ifade etsin. Karpuzlar, çilekler ve sokak başları. Yolun sol tarafı ve şapkalar.
        Bencillik değil bu, yani sanırım. Kaç ömrümüz var ki bu dokuz ayda bir yazın geldiği dünyada? O hâlde, bir şeyler bırakmamız gerekiyor.
        Hülasa; yazı seviyorum. Yeşili seviyorum. Zamansız olmayı seviyorum. Ayaklarımdaki hafiflik hissini. Adımlamayı seviyorum. Buraya binlerce şey sıralayabilirim. Ancak uzatmaya gerek yok sanki: Zamanı sıkıntı etmeden nefes aldığım vakitleri çok özlüyorum. Bu kadar yakınına gelmişken, uzak hissettiğim bu nisan göklerini de.
        Başkaları da bilsin istiyor insan; sevdiğini, hissettiğini ve nefes aldığını. Başkaları da bilsin yazın güzel olduğunu. En çok da akşamüstleri ve ağaç dallarında.
   

3 Mart 2016 Perşembe

                                     hayat güzeldir

        Merhaba! ''Yaşamak güzel, bildiğin gibi.'' cümlesi kol gezerken aklımda şu sıralar, sanırım kendime bile uzun süredir yaşıyor olmanın güzel bir his olduğunu hatırlatmıyorum. Bunu çok sık olarak dile getiren ben için, büyük bir kayıp olmalı. Hatta birkaç akşamdır neler yazabileceğimi düşünüyorum yaşamanın güzelliği ile ilgili. Çünkü o kadar uzun süredir buna değinmemişim ki. Ne kendime ne de bir başkasına. Zaten bu süre zarfında kimseye de içtenlikle ''Nasılsın?'' diye sormadım; kendim bile nasıl olduğumu bilmiyorken, bunu sormak anlamsız geldi. Şimdi ''Nasılsın?'' diye sorduğumda, bana gelecek olan yanıtlara hayat dolu şeylerle karşılık verebileceğim aylardayız. Bahardayız. Sanırım her şeye rağmen yaşadığımı hissettiğim anlarda, dünya çok daha mükemmel bir yer.
        Okulumun binasını falan sevmem pek, beni çok boğar. Çevresinde de koskocaman bir site var. Etrafımdaki insanlardan da sevdiğim yalnızca birkaç kişi. Ama geçen hafta çiçeklenmeye başlayan ağaçlar fark ettim. Sonra evimin bahçesinde de aynı çiçekten açan bir ağacımızın olduğu geldi aklıma. Servis camından baktığımda yol kenarlarında da vardı aynı çiçekler. Durup düşündüm, o çiçekler geçen sene de vardı. Ondan önceki senelerde de. Yılın bu zamanları yalancı bahar zamanlarıdır. Meyve verecek ağaçların dalları bazen mora, bazen pembeye, bazen de beyaza boyanırlar. Ne zaman bahar gelecek olsa, ilk onlar müjdeler güneşi. Mavi göğü, beyaz bulutları ve geç kararacak olan havayı. Hava geç kararınca her şey daha kolay gibi, size de öyle olmuyor mu? Baharın, yazın sıcağı falan değil; baharın, yazın her adımda beni takip eden güzel izlerindendir bu kadar sevişim. Öylesine kırılgan bir güzelliği var ki bu ayların, bilmem nasıl anlatayım. 
        Cumartesi günü yürüdüm, İstanbul'u İstanbul yapan birkaç yeri gezdim. Vapura bindim, dışarıda oturdum. En çok da vapurda dışarıda oturabilmeyi, ellerim cebimde olmadan yürümeyi özlemişim. Elimde olsaydı daha çok yürürdüm o gün. Elimde olsaydı havayı, o gün geç kararması için ikna ederdim. Yürümeyi özlemişim çünkü. Yer yer yüzüme çarpan rüzgârları özlemişim. Bunca telaş içinde sakin kalabilmeyi. Bunlar güzel şeyler kendi adıma, yaşadığımı hissettiren şeyler. Yaşanmış ve yaşanacak ne varsa, hiçbiri problem olmuyor bu vakitlerde. Çünkü biliyorum, yine bahçedeki ağaç gibi çiçeklenecek sokaktaki dallar. İnsanların telaşları varken, ben yine sakin kalacağım.
        Sağımda kavga eden çiftler, arkamda kediye ürkekçe yanaşan bir çocuk, arabaların arasından sıyrılan bisikletler, gökkuşağının ardında bir yerde saklanan birkaç damla yağmur, düşündüğüm ve hissettiğim her şey ile bir baharın daha başına gelebilecek kadar şanslı olan ben. 
        Gözlerimi güzel bir rüyaya yumacağımı biliyormuşum gibi, sonsuz olsun baharlar. Sevdiğim ve sevildiğim her şey adına, teşekkürler tüm karlara rağmen açan çiçekler. Morunuz da güzel, pembeniz de. 

20 Şubat 2016 Cumartesi

                                 geçen zamana dair

        Merhaba! Yine buraları büyük ihtimalle gerçekleştiremeyeceğim şeylerle dolduracağım sanırım. Geleceğe dönük planlar kurup sonrasında da sizlere onları nasıl gerçekleştirmiyor, gerçekleştiremiyor oluşumu anlatacağım. 
        14 yıllık hayatım boyunca kararsızlık ve dengesizlik hiç de hoşnut olmadığım şeylerdi. Kararsız ve dengesiz insanlar sebebiyle hayatımda belli dönemleri boş bir gaye uğrunda harcıyordum çoğu zaman. Ancak özeleştirilerim sonucunda anladım ki kararsız da dengesiz de benmişim çok kez. Bunu öğrenişim beni yaralamadı sanırım pek fazla, yalnızca bundan sonrası adına biraz telaşlandırdı beni. O da geçecektir zamanla birlikte. 
        Her sene başında mevsimlere göre çizdiğimi farz ediyorum yolumu, bunu planlarken o kadar ince eleyip sık dokuyorum ki. Bazen durup düşünüyorum; tüm bu planları biraz da olsa gerçekleştirmiş olsaydım şimdi nerede ve nasıl olurdum, diye. Şu anki hâlimle aramda koskocaman bir fark olacağı kesin. Düşüncesi bile beni aşan şeyler getiriyor aklıma. Bana, benden çok daha büyük bir şeyi anımsatıyor. Bu benden uzaklaşmak ne kadar doğru, bilemiyorum. Ancak içimde tüm bu keşkelerin ince sızısı var. Özellikle öğleden önceleri saat sekiz civarı nüksediyor bu sızı. Sıramda otururken ya da yatağımda haftasonunun bitişine uyanan gözlerimle tavanda bir şeyler ararken. En çok da geçmişe dair bir iz bulmaya çalışırken durup düşünüyorum bu konular hakkında. Daha farklı tepkiler vermiş olsaydım ya da başka bir şekilde davransaydım, diye. Sonrasında içinde bulunduğum durumun bana getiriyor olduğu faydalarla avutuyorum kendimi. Bir sonraki soruya kadar avunuyorum da hatta. Ama asla sonuna kadar tatmin eden yanıtlar bulamıyorum kendi içimde. Aradan zaman geçiyor, yine aynı sorular. Her sorum bir öncekinden daha fazla pişmanlık ve keşke dolu oluyor. İçinde bulunma ihtimalimin olduğu durumların beni çok daha aydınlık bir yere götüreceği fikrine kapılıyorum budalaca bir biçimde. Buna mâni olamıyorum ne yazık ki. Durdulamayan bir karamsarlık başlıyor beynimden kalbime doğru. Bu hissiyatı kesip atamıyorum. Söylediklerime, diğer önsezilerime de yansıyor. Kim bilir bu karamsarlıktan dolayı kimleri kırıyorum hunharca. Farkındalığım bir süre sonra yalnızca bencilleştiriyor beni. Etrafımdaki başka hiç kimseyi umursayacak pozisyonda oluyorum. Bu hâli farkındayım ve bunun için hiçbir şey yapmıyorum. Yapmayacağım da uzun süre büyük ihtimalle. 
        Onlarca yaz geçti, yaza dair aklımda kalan üç beş anı var yalnızca. Onlarda da kendi kendimi mutlu edebildiğim bir saniye dahi yok sanırım. Kışlardan artakalan da cama başımı çevirip gökten bembeyaz -çoğu zaman tutmayacak- yağan kar tanelerinin yere düşüşü. Okul, sınavlar, vedalar, kabullenişler, vizyon filmleri ve asla gidilemeyecek olan yerlerin fotoğraflarına bakarken ilkbahar ve sonbahar da bitiveriyor. İlkbahar ve sonbahar, onları yaşamayı öğrenemeden bitiveriyorlar. Bu yineleniş yaşımla doğru orantılı seyrediyor. Ben büyüyorum ve mevsimler de öylesine hızlı geçiyor. Ben büyüyorum ve mevsimler de öylesine dışında tutuyor beni. Zamanın yavaş geçişine sızlanırken onu elimde tutmayı ıskalıyorum ve sene sonunda baharları çabuk yitirişimden ötürü kızıyorum kendime. Yürüdüğüm yolları, nefes alışımı hissettiğim anları, önümde uzayıp giden kaldırımları ve özlemleri yüreğimde hep sıcak olan insanları, kendi içimde inşa ettiğim sudan kafeste tutayım derken bir bir kaçırıyorum hepsini. Hakim olamadığım zaman, suyuma ve göğüme hakim oluyor. Görüyorum. Büyüyüşümü kabullenemiyor, ben de öyle. Geride bıraktığım şeyleri toplayıp alırdım birkaç sene öncesine kadar. Şimdi önüme ne çıkar, onu dahi kestiremiyorum. Eskiden, çok da eski olmayan vakitlerde zamanı yönetebiliyordum. Oysa şu an geçen her saniye ile birlikte kendime ve bitecek olan şeylere acımaktan başka yapabildiğim bir şey yok. 
        Özlediğim şey yaşamak sanırım. Belki kendi elimle itiyorum bunu çoğu kez, ama özlüyorum. Zamana düşman olmadan, zamanı yanıma alarak rüzgârları hissetmek. Zamana sitem etmeden, zamana minnettar olarak gülümsemek. Düşüm, dünyayı kucaklama vaktim geçmeden tüm bunları gerçekleştirmek son zamanlarda. 
        İçimde tüm bunları gerçekleştirdiğini hisseden biri var. İçimde, beni aşan bir şeyler var. Zamanla dost ve zamana sadık. 

8 Ocak 2016 Cuma

                                    yıldızsız gök

Kucak kucak sevda taşıdık bu yollarda
Günü devirdik akşam olduk birbirimize
Aynı ağaçtan köklendirdik düşümüzü
Kayan bir yıldıza tutunduk düşerken

Ellerimize işledik acımızı
Tel tel döküldü saçlarımızla
Pedalları çevirdik uçuruma doğru
Beceremedik yerküreyi adımlamayı

Aynı göğün altında öyle saf ve temiz
Yukarıdan bir dere akar doğru güne
Ve o göğün çıplaklığında kıvranır
Tozlanmış bir sevgi midir doğru

Sayfalar çevrildikçe ayağa dolanır
Bağ olur belki de belirsizlikte
Rüzgâr estikçe söylerdim durmadan aynı şeyi
Şimdi görüyorum ki kalbim unuttu bu şiiri

Bulutları yastık yapıp kendine
Bensiz rüyalara uyuduğun o geceler
Binlerce yıldız serpiştirdiğim heceler
Başını okşayamadan gittiler

Her arayışımda yolun sonu sendin
Beni kaç kez bulamadın bu dağın eteğinde
Aramak fikri ötekin bile değilken
Arayışımda kaybettim seni de

Nefes nefese koştum yarınına varayım diye
Tükendi umudum kuytu gecelerde
Seve seve bitiremediğim sendin de
Ardına bakmadan unuttun beni bitişlerde

Kayıplarımda saklı hüznüm
Doğan günedir kinim
Gök karardığında düşer canım
Vazgeçememektendir fark edemeyişim

Ah, dedim, düştün yine hatrıma
Koştum kıyılar boyunca ardında
Beni kendine gece edip uykularımı böldün ya
Can yarından öpeyim
Düşlerini boyayayım sarıya!